Gelisiyorum.com | Blog

Asıl önemli olan, içten yaşadıklarımızdır

21.02.2025
25
Asıl önemli olan, içten yaşadıklarımızdır

“Sen eskiden böyle değildin, kaliteli bir yalnızlığın vardı.” diyor yıllar önce Kabak’ta tanıştığım bir arkadaşım. Bir türlü nereye gideceğimize karar veremeyince.

“Bana kalsa Doğu Ekspresi’ne çoktan bilet almıştım ama arkadaşla sözleştik ya birlikte gidelim diye, o yüzden böyle oldu. Bir de bu sefer tek gidesim yok.” diye cevap veriyorum.

“Peki, sen bilirsin.” diyor arkadaşım ve ekliyor: “Kafanı karıştırmak istemem ama içimde bir his var, arkadaşının seni yarı yolda bırakacağını söylüyor.”

“Sorun değil, her şeye hazırım.”

Dediği gibi oluyor.

Ayder, Ilgaz, Doğu Ekspresi ile Kars (tabii ki turistik olmayan) ve sonunda kararımızı veriyoruz. Bolu’ya gideceğiz. Yangından çok önce veriyoruz bu kararı. Nerede kalacağımıza karar vermemiz ve benim Ankara trenine bilet almam neredeyse son haftaya kalsa da. Sabahın ilk trenlerinden biriyle Ankara’ya gideceğim. Arkadaşım beni arabayla alacak ve birlikte Seben Gölü’ne yaklaşık 15 km mesafedeki konaklayacağımız yere geçeceğiz. Tren biletimi aldıktan birkaç gün sonra, arkadaşım o gün çok yoğun olacağını söylüyor ve şöyle devam ediyor:

Reklam

“Seni biraz geç alsam olur mu?”

“Kaç gibi?”

“17:00”

Biletimi daha geç bir saatle değiştirebilir miyim diye bakıyorum. Tüm seferler dolu.

“Tamam,” diyorum. “Ama bana Ankara’da nasıl zaman geçireceğimi söyle.”

“Normalde Eryaman’da inecektin ama Ankara’da inersin, zaten kimse bakmıyor. Oradan Ulus’a geçebilirsin.”

Hiç ilgimi çekmiyor bu tavsiyesi. Ankara’yı iyi bilen bir iki arkadaşıma daha soruyorum. “Ulus’ta ne yapacaksın, boş ver orayı.” diyorlar.

Ankara Garı’ndaki emanet dolabına bagajımı bırakıyor, üst kattaki kafelerden birinde kahve içiyor ve eski gar tarafına geçiyorum. Turistik Doğu Ekspresi tam karşımda. Biraz içim gidiyor. O trende olamadığım için değil, zaten ben turistik olanını istemiyorum. “Neyse,” diyorum kendi kendime, bir sonrakine daha erken yaparım seyahat planımı. Turistik olmayan Doğu Ekspresi’nde yataklı vagonların hepsi doluydu. Sadece pulmanda yer vardı. O kadar saat oturarak yolculuk yapmanın imkansız olduğunu söylüyordu arkadaşım. Bense tam tersini, en kötü ne olabilir ki?

Bolu’ya kadar her şey çok normal. Sonrasında navigasyon açıyoruz, kalacağımızın yerin adını yazarak. Ana yoldan çıkarıyor bizi navigasyon. Hiç ışığın olmadığı, toprak bir yola sokuyor. Bazen sağa dönün diyor, dön dediği yerlerde yol olup olmadığı bile belli değil. Karşıdan gelen arabanın farı vuruyor gözümüze. Bir yerlere çıkacağımızın tek belirtisi. Aklımıza Ağrı Dağı’ndan Doğu Beyazıt’a dönerken servisi kullanan abinin tarlaların içinden geçmesi geliyor. Sırf kestirmeden gidip çabuk ulaşabilmek için. “Eğilin falan demişti hatta,” diyor arkadaşım. Yavaş yavaş evler gözükmeye başlıyor. Köşede küçük bir tekel. Yorgunluk birası almadan olmaz diyor, arabayı kenara çekiyoruz. Kapıyı açar açmaz is kokusu karşılıyor bizi. Yol boyunca vardı aslında, sadece kapıyı açınca yoğunlaştı. Alışverişimizi yapıp yola devam ediyoruz. Çam ağaçlarının arasından. Artık hava iyice karardı. Yine de yolun güzelliğini fark etmemek mümkün değil. Şimdi bile böyleyse, gündüz kim bilir nasıldır, diyoruz. Sonrasında hiç konuşmuyoruz ama aynı şeyi düşündüğümüz çok belli. “Neyse, dönüşte görürüz artık.” diyor arkadaşım. Sonrasında uzun bir sessizlik. Karanlıkta süzülen çam ağaçlarına bakıyorum. Yeşilin tonlarına, nasıl köklendiklerine, ne kadar sağlam durduklarına ve birbirleriyle olan ilişkilerine, doğayla olan ilişkilerine, tüm yaşamla olan ilişkilerine. Son virajı döndükten sonra sol tarafta kalacağımız yerin tabelasını görüyoruz. Kapıda Karagöz karşılıyor bizi. Onun havlamasına restorandan biri çıkıyor:

“Hoş geldiniz.” diyor.

“Hoş bulduk.”

“Çay taze, içer misiniz?

“Ben bir bardak alırım.” diye cevap veriyor arkadaşım. Adam çay koyup veriyor ve mutfağa geçiyor. Çok kısa bir süre sonra bir tabakta iki elmayla geliyor, oturduğumuz masaya koyuyor.

“Yan bahçenin elmaları, tamamen doğal, afiyet olsun.”

“Teşekkür ederiz.”

“İsterseniz odanızı göstereyim size.”

Hep birlikte kalkıyoruz. Adam önden, biz arkadan.

“Arabayla mı gelelim?” diye soruyor arkadaşım.

“Öyle yapın, hem araba bungalovun önünde durur. Daha rahat edersiniz.”

Biz arabaya binip gidene kadar adam çoktan bungalova gitmişti bile. Bir an emin olamıyoruz hangisi olduğuna.

“Buna mı girdi?”

“Galiba.”

“Evet, kapı açık.”

Bungalovun önündeki balkon kapısından içeri giriyoruz, adam bizi oda kapısı önünde bekliyor.

“Suyu çeşmeden içebilirsiniz. Bir ihtiyacınız olursa ben restorandayım. İyi geceler.”

“İyi geceler.”

“Bira?”

“Olur.”

Balkona oturup biralarımızı içmeye başlıyoruz. Her yer kapkaranlık. Sadece karşı köyün ışıkları var biraz, o da pek bize gelmiyor. Gökyüzüne bakıyorum yıldız var mı diye, sadece birkaç tane. Nasıl bir manzara karşısında olduğumuzla ilgili tahminlerimiz var ama asıl yarın sabah göreceğiz. Çam ağaçlı yolu da bir sonraki gün…

Biraz Ağrı Dağı zirve maceramız, biraz arkadaşımın yaptığı seyahatlerde yaşadığı anılar, çokça kapitalizm ve sistem eleştirisi, en son bir şey hayal etmek için, o şeyle ilgili bir fikrimizin olması gerekip gerekmediği üzerine kısa bir tartışma, sohbetin bir yerinde arkadaşımın başının çok ağrıdığını söylemesi ve kapanış. Bolu’daki ilk gecemiz böyle bitiyor.

“Başım çatlıyor. Hiç de halim yok, hastalanacak gibiyim. Bugün dönsek olur mu?” Güne arkadaşımın bu sorusuyla başlıyoruz.

“Sen dön istersen ama ben kalacağım,” diye cevap veriyorum. “Bu kadar yolu bunun için gelmedim,”  Sonra balkona çıkıyor, dün gece tam göremediğim manzaraya bakıyorum. Yolun karşı tarafındaki tepenin hemen eteğinde küçük bir köy, ardında ağaçlar. Tahminimden hiç farklı değil. Sonra, sol taraftaki tepeye doğru kayıyor bakışlarım. Ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla giden bir yol var sanki orada. Acaba en tepeye çıkabileceğim bir yol var mı diye geçiriyorum içimden. Yol derken, trekking yapmaya uygun bir yol. Sonra oda kapısını aralıyor, “Ben kahvaltıya gidiyorum,” diyorum arkadaşıma.

“Bir çay içsem iyi gelir mi acaba?” Bana sormuyor bu soruyu. Sesli düşünüyor sadece.

“Sen bilirsin. Ben gidiyorum, istersen gelirsin sen de.”

Sobanın üstündeki süt dahil her şey var kahvaltıda. Peynir ve reçel çeşitleri, omlet, haşlanmış yumurta, patates kızartması. Hepsi de doğal.

“Süt aldınız mı?” diye soruyor Tayfun abi

“Ben aldım.” diyor arkadaşım. “Ben henüz almadım, çayın bitsin, alacağım.” diyorum.

“Karşı köyden geldi süt, çok güzel.”

Restorana sürekli bir şeyler geliyor bugün, yoğurt, ayran, su…

“Bugün nişan olacak burada, o yüzden böyle hareketli.” diyor Nilgün Abla ve ekliyor: “İsterseniz gelin siz de.”

“Burada olursak uğrarız belki.”

Önce arkadaşım kalkıyor kahvaltısını bitirip, on, on beş dakika sonra da ben. Bungalova doğru yürürken beni nasıl bir günün beklediğini düşünüyorum. Hiçbir fikrim yok. Belki bölgede kısa bir trekking yapacağım, belki arkadaşımla birlikte bir göl kenarına gidip manzara karşısına bir şeyler içeceğiz, belki de restorandaki nişana katılacağım. Bungalova geliyorum, arkadaşım kapıda, henüz içeri girmemiş. Anahtar bendeydi çünkü. Kapıyı açıyorum, o içeri giriyor, ben balkonda oturuyorum. Hava karanlık ve bulutlu. Her an yağmur yağacak gibi.

“Karar verdin mi ne yapacağına?” diye sesleniyorum içeriye.

“İyi hissetmiyorum, gitsem iyi olacak.” diyor ve şöyle devam ediyor: “Aslında yürüyüş yapmak istiyorum ama hava soğuk, üşüyüp daha kötü olmayayım.” Sonra hızlıca hazırlanıyor ve çantasıyla çıkıyor.

“Ben de seninle çıkıp ulaşımı nasıl sağlayacağımı öğreneyim.” diyorum.

“Tamam.” diyor. “Benim beklememe gerek var mı?”

“Yok.” diyorum.  “Sen git, hallederim.”

Yakınlarda Kaya Evleri var, oraya gitmeye karar veriyorum. Yağmur yağıyor. Çok değil ama çoğalacak gibi. Tam köşede bir araba duruyor, ben uzaktan görüyorum. İçinden biri iniyor, Mustafa Abi. Beni görünce sesleniyor.

“Seben’e mi?” Önce “evet” diyorum, Kaya Evleri de o tarafta olduğu için.

“Bak araç vardı, Seben’e gidiyor. Tüh, kaçırdın.”

“Yok, yürürüm ben. Kaya Evleri’ne gideceğim.” Biz konuşurken yağmur çoğalıyor.

“Ama yağmur yağıyor, nasıl yürüyeceksin?”

“Çok mu uzak?”

“Hayır, yarım saat falan sürer. Tabela var zaten, görürsün.” Biraz durup devam ediyor. “Yol da asfalt, rahat yani.”

Ama ben asfalt yoldan yürümek istemiyorum, diyorum içimden ve patikadan gitsem yine oraya çıkan bir yol var mıdır acaba diye düşünüyorum.

“Bu arada, benim yarın Bolu’ya dönmem gerek, araç var mı?”

“Servis var,” diyor Mustafa Abi, 12:00’de ve 17:00’de. Bir numara veriyor, “Bunu arayıp yer ayırt.” diyor. Arıyorum, açılmıyor. “Bir de ben arayayım.” diyerek kendi telefonundan arıyor. Bu sefer açılıyor. 12:00 servisine yer ayırtıyoruz.

“Beni burada herkes tanır, ben eski başkanım.” diyerek başka bir konuya geçiyor birden Mustafa Abi. CHP’nin eski ilçe başkanlarından olduğundan, yakınlarda birkaç dairesi olduğundan ve o daireleri ücretsiz olarak üniversite öğrencilerine verdiğinden söz ediyor yüzünde gururlu bir gülümsemeyle.

“Ne iyi yapmışın,” diyorum. Hoşuna gidiyor.

Kaya Evleri’ne giden yolu tarif ediyor eliyle. Sonra telefon numarasını veriyor, bir ihtiyacın olursa ararsın, diyerek. Tam giderken de şunu ekliyor: “Dönünce gel istersen, hem bizimkilerle tanışırsın, hem de biraz sohbet ederiz.”

Mustafa Abi’nin tarif ettiği gibi asfalt yoldan ilerliyorum, aklım sol tarafta ağaçların arasından yukarıya doğru tırmanan toprak yolda. Çok değil, en fazla beş dakika sonra geri dönüp toprak yola giriyorum. Yürümeye başlamadan önce navigasyondan bakıyorum rotaya. Bu yoldan da gidilip gidilmeyeceğini emin olmak için. Yol ikiye ayrılıyor bir süre sonra. Sağ taraftaki yola büyükçe bir ağaç dalı devrilmiş, sol taraf yukarıya doğru kıvrılarak devam ediyor. Telefondan bakıyorum, sağ tarafı gösteriyor. Burada yol yok gibi duruyor ama, diye geçiriyorum içimden. Yine de yolun sonunda ne olduğunu merak ediyorum. Dar bir patika değil sağ taraftaki yol. Geniş bir alan. Hiçbir şey ekilmemiş bir tarlaya da benziyor, terk edilmiş araziye de. Tam ortasında bir el arabası, ters dönmüş, öylece duruyor. Başta en az çamurlu yerleri bulmaya çalışarak, hemen sonrasında çamura batmayı hiç umursamadan yolun sonuna kadar gidiyorum. Evet, gerçekten de devamı yok. İleride ne olduğu da belli olmuyor. Aynı yoldan geri dönüyorum. Bu sefer sol taraftan devam etmek üzere. Ara ara telefona bakıyorum ama artık Kaya Evleri pek de umurumda değil. Zaten biraz önce Mustafa abi arayıp, “Kaya evleri kapalıymış. Geçenlerde kaya düşmüş, yine düşme tehlikesi varmış. O yüzden açık değilmiş, boşuna gitme,” demişti.

“Tamam,” demiştim ben de, “biraz yürüyüp dönerim.”

Hafif eğimle yukarıya doğru devam eden bir patika. Yerler çamur, yağmur da gittikçe artıyor. Hoşuma gidiyor yağmurda yürümek ama yol pek ilgimi çekmiyor, dönüyorum. Her zamankinden farklı bir hava var konakladığım yerde. Her yer araba, restoranın dış bölümü insan dolu. Sigara içiyor, sohbet ediyorlar. Kimi ayakta, kimi oturuyor. Hafif bir uğultu. Mustafa Abi de orada. Geçerken görüyorum, yine bir şeyler anlatıyor etrafındakilere. Biraz kitap okuyup yağmuru izliyorum odanın balkonunda, nişandan gelen müzik sesinin eşliğinde. Ardından merak ediyorum: Seben’de nişan nasıl oluyor acaba?

Dışarısı gibi içerisi de kalabalık. Adım atacak yer yok. Hatta dışarıdan daha kalabalık. Normalde geride duran kanepe hemen kapının yanına çekilmiş, sağ tarafta uzun masalar, normalde de olduğu gibi. Tam karşıda çiftin isimleri, pembe. Sol taraftaysa sadece sandalyeler. Orta kısım dans edenler için ayrılmış durumda. Dans derken, kaşık çalarak göbek atanlar. Kapının hemen yanından içeriyi gözlemliyorum bir süre. Çok değil, en fazla beş dakika. Biraz sıcak ve havasız çünkü içerisi. Sonra dış kısma çıkıyorum. Hem hava almak için hem de orada neler olduğuna bakmak için. Mustafa Abi görüyor geldiğimi ve gülümsüyor.

“Gel, seni bizimkilerle tanıştırayım,” En sondaki masaya gidiyoruz. Oğlu ve geliniyle tanıştırıyor. “Gezmeye gelmiş, yolda karşılaştık,” diyerek. “Hoş geldiniz,” diyor oğlu, hemen ardından gelini. Günümün nasıl geçtiğini soruyorlar. Güzel geçtiğini, biraz yürüyüş yapıp döndüğümü söylüyorum. “Hava da şansınıza yağmurlu,” diyor Mustafa abinin oğlu “Sen asıl baharda gel, baharda çok güzel olur buralar,” diye ekliyor Mustafa Abi. Önümüzdeki masanın yanında ayakta duran bir amca bize yöneliyor, “Gelinin tarafından mı?” diye soruyor Mustafa abiye.

“Gezmeye gelmiş, burada kalıyor.”

“Hoş geldin.”

“Hoş buldum.”

Amcanın, gelinin dedesi olduğunu söylüyor Mustafa abi. Gelinin anne ve babasının olmadığını, buradaki birçok kişinin de bu nedenle kendisini desteklemeye geldiğini ayrıca ekliyor. Daha 21 yaşında olduğunu ve aslıda evlenmek için çok erken bir yaş olduğunu, ama kendileri isteyince bir şey diyemediklerini de. Sonra biraz duruyor, sigarasından bir iki nefes çekiyor, aç olup olmadığımı soruyor. Olmadığımı söylüyorum.

“Emin misin?”

“Evet.”

“Çay?” Cevap vermemi beklemeden semavere doğru bakıyor, çayın bittiğini fark ediyor.

“Çay yok mu?” diye sesleniyor.

“Şimdi demliyoruz yenisini.” diye cevap veriyor semaverin durduğu masanın yanındaki kadınlardan biri.

“O zaman ayran iç.”

“Tamam.” diyorum. İki ayran getiriyor semaverin durduğu masanın yanındaki biri. Hemen ardından da nişan çikolatası. Üzerinde çiftin isimleri yazılı, beyaz üzerine mavi çiçekli. Dışarıdakilerle biraz daha sohbet edip içeri giriyoruz. Girmeden hemen önce, dün bizi karşılayan adam gelip akşam yemek yiyip yemeyeceğimi soruyor. Yiyeceğimi söylüyorum.

“Et mi tavuk mu?”

“Sebze yok mu?”

“Bu saatten sonra yetiştiremem. O halde şöyle yapalım. Çorba yapayım, yanına da pilav, salata, patates?”

Mustafa abinin hoşuna gidiyor. “Bak, yemek işi de halloldu.” diyor gülümseyerek. Biraz da içeride oturduktan sonra odaya geçiyor, balkonda kitap okuyorum, yağmurun ve nişanın sesi eşliğinde. Şöyle yazıyor kitapta:

“Biliriz, asıl önemli olan, içten yaşadıklarımızdır, yaşayacaklarımızdır ama, dış gereksinimlerimize, eğilimlerimize, hep, daha çok önem veririz.”

İlginizi çekebilir: ‘Belki de rahatsız olmalıyız’: Hatay’da yardımlaşma

Kaynak

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

Gelisiyorum.com | Görsel Eğitim Akademisi!