
Bedenin konuştuğunda duyabiliyor musun?
Geçen hafta gülümsediğimiz maskelerin ardında bıraktığımız kendimizden bahsetmiştik. O sessizliğin içinde, duyulmayı bekleyen hisler olduğunu konuşmuştuk. Peki, o maskeyi indirmeye, gülümsemeyi bir kenara bırakıp gerçekten hissetmeye niyet ettiğimizde ne olur? O cesareti gösterdiğimizde karşımıza ilk ne çıkar?
Çoğu zaman kelimeler değil, duyumlar çıkar.
Boğazımıza gelip yerleşen o tanıdık düğüm. Sebebini bilmediğimiz halde midemize oturan o kramp. Günün sonunda omuzlarımıza çöken ve sanki bütün dünyanın yüküymüş gibi hissettiren o ağırlık… Aklımız modern hayatın hızına yetişmeye çalışırken, bedenimiz geride kalan her şeyin faturasını tutar. Bedenimiz, aklımızın susturduklarını ve ruhumuzun görmezden geldiklerini bize inatla fısıldar.
Beden, duyguların canlı tuvalidir
Bugün toplum olarak sürekli “yapmak”, “koşturmak”, “başarmak” üzerine kurulu bir düzende yaşıyoruz. Bu hızın içinde durup hissetmek bir lüks, hatta bir zayıflık gibi pazarlanıyor. Duygularımızı erteledikçe, onları halının altına süpürdükçe yok olacaklarını sanıyoruz. Ama onlar yok olmazlar, sadece form değiştirirler.
Psikolojide buna psikosomatik rahatsızlıklar diyoruz. Bu, süslü bir kelimeden ibaret değil; ‘psike’ yani zihnin ve ruhun, ‘soma’ yani bedeni nasıl doğrudan etkilediğinin en net hikayesidir. Düşünün ki binlerce yıl önce atalarımız vahşi bir hayvanla karşılaştı. Beden hayatta kalmak için bir alarm düğmesine basar: “Savaş ya da Kaç!” Bu düğmeyle birlikte kana, anında enerji vermesi için kortizol (stres hormonu) ve adrenalin pompalanır. Kalp daha hızlı atar, kaslar gerilir, bütün sistem kendini tehlikeye karşı korumaya alır. Bu, kısa süreli bir tehlike için mükemmel bir tasarımdır.
Peki ya bugün tehlike, bir kaplan değil, yetişmeyen bir proje, trafikteki bir tartışma ya da sürekli bastırdığımız bir hayal kırıklığıysa? Örnekler aklınıza gelen pek çok şeyle daha da artırılabilir. Bedenimiz aradaki farkı bilmez. O, stresi stres olarak algılar ve alarm düğmesini sürekli basılı tutar. İşte o zaman, bir zamanlar hayatımızı kurtaran o kortizol ve adrenalin, vücutta gereksiz yere ve sürekli dolaşan birer zehir gibi etki yaratmaya başlar.
Sürekli “savaş ya da kaç” modunda yaşamak, bağışıklık sistemimizi zayıflatır, sindirimimizi bozar, kan basıncımızı yükseltir ve uyku düzenimizi altüst eder. İşte o bitmek bilmeyen baş ağrıları, o inatçı egzama, o hazımsızlık, o kronik yorgunluk hali, bedenin sürekli basılı kalan alarm düğmesinin, yani ruhun taşıdığı ama bizim adını koyamadığımız yüklerin fiziksel faturasıdır.
Kendinle randevu: Duyguları beden üzerinden okuma egzersizleri
Peki, bu günlüğü nasıl okuyacağız? Kendi bedenimizin dilini nasıl çözeceğiz? Bunun için karmaşık ritüellere veya uzun saatlere ihtiyacımız yok. Sadece biraz niyet ve kendimize göstereceğimiz minicik bir şefkat yeterli. İşte o ilk adımlar:
- Sadece bir anlık mola: Günün en koşturmalı anında, belki bir e-postaya cevap yazarken, belki de bir toplantı arasında… Sadece durun. Hiçbir şey yapmayın. Gözlerinizi kapatıp sadece bir tane, evet sadece bir tane derin nefes alın. Uzun bir şekilde o derin nefesi yavaşça verin. O bir nefes, hızla giden bir trenin imdat frenini çekmek gibidir. Dünyayı bir anlığına sessize almaktır.
- İçeriye bir yolculuk: O bir anlık molada, bir yolcu gibi bedeninizi gezin. “Şu an bedenimde neler oluyor?” diye sorun. Dikkatinizi omuzlarınıza verin, bir gerginlik var mı? Karnınıza odaklanın, bir sıkışma, bir boşluk hissi var mı? Ellerinize, ayaklarınıza bakın… Sadece fark edin, yargılamadan.
- Tanımadığın misafire isim vermek: Fark ettiğiniz o duyuma bir nitelik verin. Bu bir “ağırlık” mı? Yoksa “iğne batması” gibi mi? “Soğuk bir boşluk” mu, yoksa “sıcak bir alev” mi? Ona “kaygı” ya da “öfke” gibi büyük isimler vermek zorunda değilsiniz. Sadece hissin kendisini tanımlayın. “Sırtımda, kürek kemiğimin arasında dolaşan bir sızı.” Bu kadar basit.
- Yargısız bir sohbet: Şimdi en şefkatli adımı atma zamanı. O hisse bir düşman ya da bir sorun gibi değil, size bir mektup getirmiş bir postacı gibi yaklaşın. Merakla sorun: “Bana ne anlatmaya çalışıyorsun? Şu an neye ihtiyacın var?” Belki omuzlarınızdaki ağırlığın ihtiyacı beş dakikalık bir dinlenmedir. Belki midenizdeki o burkulmanın ihtiyacı, söyleyemediğiniz bir ‘’ hayır’’dır. Cevap hemen gelmeyebilir, önemli değil. Önemli olan, soruyu sorma cesaretini göstermektir.
Dönüşüm: Bedenin bilgeliğine cevap vermek
Yıllarca bize bedenimizi kontrol etmemiz, disipline etmemiz, onun “kusurlarını” düzeltmemiz öğretildi. Onu arızalanınca tamir edilmesi gereken bir makine gibi gördük. Oysa bedenimiz, bizim en bilge danışmanımız, en yakın dostumuzdur. Onun sinyallerini birer arıza olarak değil, birer rehber olarak görmeye başladığımızda her şey değişir. Bedenimizin fısıltılarını duyduktan sonra, ona şefkatle cevap vermek, sinir sistemimizi regüle etmek ve iyileşme sürecini başlatmak için atabileceğimiz somut adımlar vardır. Kendine dönmek, bazen şunları yapmaktır:
- Bedeninle hareket etmek: Omuzlarda biriken stresi atmak için dans etmek, zihni sakinleştirmek için tempolu bir yürüyüş yapmak ya da sadece esnemek. Amaç rekabetçi bir egzersiz değil, bedende sıkışan enerjiyi özgür bırakmaktır.
- Nefesine geri dönmek: Gün içinde birkaç kez bilinçli ve derin nefesler almak. Nefes, sinir sistemimizin en hızlı sakinleştiricisidir. Bizi anında “savaş ya da kaç” modundan çıkarıp “dinlen ve sindir” moduna taşır.
- Doğayla bütünleşmek: Çıplak ayakla toprağa basmak, bir ağaca yaslanmak, denizin veya gökyüzünün mavisini izlemek. Doğa, bizi yargılamadan kabul eden ve sinir sistemimizi doğal olarak dengeleyen en büyük şifacılardan biridir.
- Güvenli bağlar kurmak: Sevdiğiniz, sizi anlayan bir dostunuzla yapacağınız samimi bir sohbet, kahkahalarla geçen bir an veya sadece sevdiklerinize sarılmak. Güvenli sosyal bağlar, bedenimize “yalnız değilsin, güvendesin” mesajını verir.
- Gerektiğinde destek almak: Kendi kendimize çözemediğimiz düğümler için bir uzmandan destek istemek, en büyük güç göstergelerinden biridir. Bir terapist, bu yolculukta size güvenli bir alan sunabilir ve kendi içsel haritanızı çıkarmanıza yardımcı olabilir.
Kendine dönmek, soyut bir hedef olmak zorunda değildir. Kendi dilini öğrenmek ve ona ihtiyacı olanı vermek, en derindeki yaraları bile iyileştirecek olan o sihirli anahtardır.
Unutmayın; bedeniniz, susturduğunuz duyguların günlüğünü tutar. Onu okumayı öğrendiğinizde, kendi hikayenizi yeniden yazarsınız.
Yolunuza ışık olması dileğiyle…
İlginizi çekebilir: Gülümseyip susanlara bir yazı