
Belirsizlikle Kuşatılmış Bir Gelecek: Türkiye’de Çocuk Olmak, Büyümek ve Kaygıyla Hayatta Kalmak
Gerçek bir toplumsal dönüşüm için ihtiyaç duyulan şey, yalnızca mevcut yapının reforme edilmesi değil; çocuğun dünyasını merkeze alan, onun bireysel, duygusal ve zihinsel varlığını esas alan bütüncül bir yeniden yapılanmadır. Bu yeniden yapılanma modeli, eğitim politikalarının ötesinde bir pedagojik paradigma değişimini zorunlu kılar. Zira çocuk, sadece bilgi aktarılan bir nesne değil; dünyayla etkileşim kuran, anlam arayan, özneleşmeye çalışan bir varlıktır. İşte bu nedenle eğitimsel yapılanmanın merkezine, bilişsel performans yerine varoluşsal duyarlılığı yerleştirmek gerekir.
Bu modelde temel ilkelerden biri, çocuğun yalnızca akademik değil, duygusal ve etik gelişimini de gözeten holistik bir eğitim anlayışıdır. Eğitim kurumlarının işlevi, çocuğu yalnızca sınavlara hazırlayan değil; hayata dair farkındalık, sorumluluk ve aidiyet kazandıran mekânlara dönüştürülmesidir. Bu yaklaşım, emotional literacy (duygusal okuryazarlık) kavramını temel alan ve çocukların duygularını tanımasına, ifade etmesine ve düzenlemesine olanak sağlayan pedagojik uygulamaları içerir. Çünkü duygusal olarak yalnızlaştırılmış bir birey, bilişsel olarak da kapalı kalır; merak etmez, sormaz, sorgulamaz.
Aynı zamanda bu model, öğrenmenin yalnızca bireysel değil, sosyal bir süreç olduğunu kabul eder. Bu doğrultuda inter-subjective learning environments (özne-arası öğrenme ortamları) oluşturulmalı; öğrencilerin yalnızca öğretmenden değil, birbirlerinden de öğrenebilecekleri demokratik ve eşitlikçi sınıf iklimleri kurulmalıdır. Böyle bir ortamda çocuk, hem öğrenen hem öğreten bir rol üstlenerek, kendilik bilincini çok boyutlu biçimde geliştirir.
Modelin diğer bir taşıyıcı kolonu, öğretmenin rolünü “bilgi aktarıcı”dan “ilişki kurucu”ya dönüştürmektir. Eğitim sistemleri, öğretmeni yalnızca müfredat uygulayıcısı değil; çocuğun gelişimini gözlemleyen, onu sosyal bağlam içinde anlamlandıran, rehberlik eden bir figür olarak yeniden konumlandırmalıdır. Bu anlayış, öğretmenin psikopedagojik donanımını artırmayı ve mesleki gelişimini sürekli desteklemeyi gerektirir.
Son olarak, bu yeniden yapılanma modelinin sürdürülebilirliği için aile-okul-toplum üçgeninde sürekli bir diyalog ve ortak bilinç geliştirilmelidir. Çocuğun yaşamına değen her kurum ve figür, onun gelişiminde sorumluluğa sahiptir. Toplumsal bilinç, yalnızca yasa ve yönetmeliklerle değil; gündelik hayatın içinde çocuğa dair kurulan ilişki diliyle inşa edilir. Bu da, çocuğu yalnızca ‘geleceğimiz’ olarak değil, ‘şimdimizin eşit öznesi’ olarak tanıyan bir zihinsel devrim gerektirir.
Bugün bir çocuğun gözlerindeki yorgunluk, yalnızca uykusuz geçen bir gecenin değil; anlayışsız bir dünyanın yükünü taşımasının göstergesidir. O yük, sınavlardan, beklentilerden, baskılardan çok daha fazlasını içerir: Görülmemek, duyulmamak, hissedilmemek… Oysa bir toplumun en hakiki aynası, çocuklarına ne sunduğunda değil; çocuklarının gözünden nasıl göründüğündedir. Eğer bu aynada kaygı, belirsizlik ve yalnızlık görünüyorsa; artık sorunu sistemin dışında aramak, sadece zaman kaybıdır. Çünkü mesele, çocuklara daha fazla “şey” vermek değil; onlardan eksiltmediğimiz insanlık, umut ve inanç duygusudur. Gerçek bir gelecek, çocukların omzuna yük değil; kanat olduğumuzda mümkün olacak.
Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio’nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio