Gelisiyorum.com | Blog

Cannes 2025: Altın Palmiye Yarışı ve Festivalin Nabzı

26.04.2025
11
Cannes 2025: Altın Palmiye Yarışı ve Festivalin Nabzı

Ustalarla genç yeteneklerin buluştuğu, sanat ile siyasetin iç içe geçtiği bir seçki… Festival, Croisette’in parıltısı altında yeniden başlıyor!

Festival de Cannes

Yarışmadaki Filmler: Büyük Ustalar ve Yeni Sesler

Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye için yarışan 21 filmi, usta yönetmenlerle taze isimleri bir araya getiriyor. Her bir film, yönetmeninin geçmişine ve üslubuna dair ipuçları taşırken dünya sinemasının güncel yönelimlerini de yansıtıyor. İşte Palmiye yarışındaki filmler ve yönetmenleri hakkında kısa notlar:

The Phoenician SchemeWes Anderson: Aykırı stilist Anderson, bu kez kara mizah soslu bir casusluk öyküsüyle dönüyor. Filmin merkezinde, servetini kızına bırakmaya karar veren zengin iş insanı Zsa-zsa Korda ve rahibe olan kızı var. Baba-kız, uluslararası entrikalar ve suikastçılarla dolu bir komplonun hedefi haline geliyor. Anderson’ın kendine özgü simetrik görselliği ve yıldızlarla dolu kadrosu (Benicio del Toro, Mia Threapleton, Tom Hanks, Scarlett Johansson gibi) yine izleyiciyi renkli bir absürd dünyaya davet edecek.

EddingtonAri Aster: Hereditary” ve “Midsommar” ile tanınan Aster, dehşet ve mizah karışımını Amerikan taşrasına taşıyor. 2020 pandemisi başında New Mexico’da geçen filmde, küçük bir kasabanın şerifi (Joaquin Phoenix) ile belediye başkanı (Pedro Pascal) arasındaki gerilim, komşuları birbirine düşman eden patlayıcı bir krize dönüşüyor​. COVID-19 karantinası dönemini hicivsel bir “modern western” olarak işleyen Aster, karanlık hayal gücünü toplumsal bölünmüşlüğe yansıtarak izleyiciyi güldürürken ürpertmeye hazırlanıyor.

Jeunes Mères (The Young Mothers’ Home) – Jean-Pierre & Luc Dardenne: Cannes’ın gediklisi Belçikalı Dardenne Kardeşler, sosyal gerçekçi sinemalarının yeni halkasında beş genç anneden oluşan bir hikâye sunuyor. Zor koşullarda büyümüş bu beş anne ve çocukları, genç anneler için bir sığınma evinde kalmaktadır. Yönetmenlerin toplumsal vicdanı bu kez genç yaşta annelik olgusuna odaklanıyor; hayatın kıyısındaki karakterlerin daha iyi bir gelecek umuduyla verdiği mücadeleyi sade ve şefkatli üsluplarıyla perdeye taşıyacaklar​.

AlphaJulia Ducournau: Titane” ile Altın Palmiye kazanmış Ducournau, 1980’lere uzanarak yine cesur bir filmle karşımızda. 11 yaşındaki bir kız, hakkında yayılan bir söylenti yüzünden arkadaşlarınca dışlanıyor; dedikoduya göre o, yeni bir hastalığa yakalanmıştır​. NEON’un Kuzey Amerika haklarını aldığı filmde Golshifteh Farahani ve Tahar Rahim rol alıyor​. AIDS salgınının başlangıç döneminde geçen “Alpha”, beden korkusunu ve toplumsal paniği iç içe geçiren “şok edici” bir yapım olarak tanımlanıyor​. Ducournau’nun kendi ifadesiyle en “kişisel ve derin” işi olması beklenen film, 80’lerdeki korku ve önyargıları bugünle buluşturacak.

Reklam

RenoirChie Hayakawa: Japon sinemasının yükselen ismi Hayakawa (ilk filmi “Plan 75” ile tanınmıştı), “Renoir” adlı filmiyle yarışmada. Filmin detayları sır gibi saklansa da, Guardian’ın haberine göre Hayakawa bu filmde 11 yaşındaki bir kızın gözünden karmaşık bir yetişkin dünyasını anlatıyor​. Toplumsal hassasiyetleri bilimkurgu dokunuşuyla işleyen Hayakawa’nın bu kez bir çocuğun masum bakışıyla, belki de sanat ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi ele aldığı konuşuluyor. İsminin ünlü Fransız ressam Renoir’ı çağrıştırması da filmin merak unsurlarından biri.

The History of SoundOliver Hermanus: Güney Afrikalı Hermanus (“Moffie”, “Living”), ABD-İngiltere ortak yapımı bir dönem filmiyle geliyor. I. Dünya Savaşı sonrası 1919’da iki genç adamın (Paul Mescal ve Josh O’Connor canlandırıyor) Amerikan kırsalında gezip halk şarkılarını kaydetme görevini üstlenmesiyle gelişen beklenmedik bir aşk hikâyesi​ filmin odağında. Ben Shattuck’ın ödüllü kısa öyküsünden uyarlanan “The History of Sound”, savaşın izlerini taşıyan bir ortamda hafıza, müzik ve aşkın iç içe geçtiği lirik bir anlatım vaat ediyor​. Mescal ve O’Connor gibi yıldız oyuncuların varlığı, bu sessiz ve derinden işleyen queer dramayı Cannes’ın öne çıkan işlerinden biri haline getiriyor.

La Petite Dernière (The Last One) – Hafsia Herzi: Oyunculuktan yönetmenliğe geçen Fransız-Tunuslu Herzi, üçüncü uzun metrajında Fatima Daas’ın çok ses getiren otobiyografik romanını sinemaya uyarlıyor. Paris’te Cezayirli bir göçmen ailenin en küçük kızı olan Fatima, bir yandan inancını ve ailesinin beklentilerini, diğer yandan kendi isteklerini ve cinsel kimliğini dengelemeye çalışıyor​. Herzi, daha önce “Bonne mère” ile Cannes’da (Un Certain Regard Ödülü) dikkat çekmişti. Bu filminde de inanç, aidiyet ve queer kimlik temalarını içten bir bakışla işleyeceği belirtiliyor. Yeni nesil Fransız kadın sinemacıların yükselişini temsil eden Herzi, Fransa’daki ikinci kuşak göçmen deneyimini samimi bir büyüme hikâyesi olarak anlatacak​.

SiratOliver Laxe: İspanyol-Galiçyalı yönetmen Laxe, manevi öğelerle bezeli şiirsel üslubunu bu kez Kuzey Afrika’da bir arayış öyküsüne yöneltiyor. “Sirat” (Arapça’da köprü anlamına da gelir) filminde, kaybolan kızını aramak için oğlu ile birlikte Fas’ın çöllerindeki bir tekno-rave festivaline giden bir baba konu ediliyor​. Pedro Almodóvar’ın da yapımcıları arasında olduğu film, çölün ıssızlığı ile gençlik altkültürünün kaosunu buluşturuyor. Laxe, bu projeyi “şimdiye kadarki en politik ve en radikal filmim” diye nitelendiriyor​. Gerçek oyuncular yanında amatörleri de barındıran kadro ve 16mm pelikulaya çekilen görüntüler, “Sirat”ı mistik bir atmosferde geçen sıradışı bir yol filmi haline getirecek.

New Wave (Nouvelle Vague) – Richard Linklater: Amerikan sinemasının bağımsız ruhu Linklater, bu kez rotasını Fransa’nın sinema tarihine çeviriyor. Tamamı Fransızca çekilen “Nouvelle Vague”, 1959’da Jean-Luc Godard’ın “À Bout de Souffle” (Serseri Aşıklar) filminin yapım sürecini ve o dönemin Yeni Dalga hareketinin doğuşunu konu alıyor​. Gerçek kişiler filmde karakter olarak yer alıyor: Genç Fransız aktör Guillaume Marbeck, efsane yönetmen Godard’ı canlandırırken; Zoey Deutch, Amerikalı yıldız Jean Seberg rolünde​. Bu yapım, Linklater’ın Yeni Dalga’ya bir aşk mektubu niteliğinde, mizahi ve metafilmsel bir çalışma olacak. (Benzer bir konu, 2017’de Michel Hazanavicius’un “Le Redoutable” filminde işlenmiş ve karışık tepkiler almıştı​. Linklater’ın yaklaşımının, kendisinin samimi sinema sevgisiyle daha özgün olacağı umut ediliyor.)

Two ProsecutorsSergei Loznitsa: Belarus doğumlu Ukraynalı yönetmen Loznitsa, belgesel ve kurmaca arasındaki kendine has tarzını bu kez Stalin dönemi Sovyetler Birliğine ait çarpıcı bir öyküye uyguluyor. Georgy Demidov’un romanından uyarlanan film, 1937’de Stalin’in Büyük Terörü sırasında geçiyor. Bir cezaevinde mahkûmların binlerce yardım mektubu yok edilirken bunlardan biri tesadüfen imha olmaktan kurtulur​. Bu mektup, genç idealist bir savcıyı gizli NKVD yolsuzluklarını ortaya çıkarmaya sevk eder. Dönemin paranoyak atmosferini yansıtan “Two Prosecutors”, totaliter rejimde vicdan ve adalet arayışını güçlü bir dramla ele alacak. Loznitsa’nın Sovyet geçmişiyle hesaplaşması, Ukrayna’daki güncel savaş nedeniyle de ayrıca anlam kazanıyor.

FuoriMario Martone: İtalyan sinemasının ustalarından Martone, bu filminde 20. yüzyıl İtalyan edebiyatının kült isimlerinden Goliarda Sapienza’yı beyazperdeye getiriyor. 1980 yılında hırsızlık suçuyla tutuklanan yazar Sapienza, cezaevinde iki genç kadın mahkûmla tanışır​. Üç kadın hapisten çıktıktan sonra aralarında derin bir dostluk kurulur ve hayatlarına birlikte devam ederler​. “Fuori” (dışarıda), Sapienza’nın özgür ruhlu ve isyankâr kişiliğini yansıtan, kadın dayanışması ve edebiyatın iyileştirici gücü üzerine bir biyografik drama. Başrolde usta oyuncu Valeria Golino, Goliarda Sapienza’yı canlandırırken Matilda De Angelis ve şarkıcı Elodie de genç mahkûmları oynuyor​. Martone, Napoli’den çıkıp dünya sinemasına mal olmuş bu cesur kadının hikâyesini anlatırken, İtalya’nın 1980’lerindeki sosyal atmosferi de fon olarak kullanıyor.

O Agente Secreto (The Secret Agent) – Kleber Mendonça Filho:Aquarius” ve “Bacurau” ile tanınan Brezilyalı yönetmen Mendonça Filho, askeri diktatörlük dönemine dair bir politik gerilimle festivalde. 1977’de diktatörlüğün son yıllarında Recife’e dönen 40’lı yaşlarında bir öğretmen olan Marcelo’nun hikâyesini anlatan film, başkarakterin peşindeki gizemli geçmişi ve bulmaya çalıştığı huzurun imkânsızlığını işliyor​. Wagner Moura’nın başrolde oynadığı “O Agente Secreto”, Brezilya’nın sıkı kontrol altındaki toplumsal ortamında geçiyor. Mendonça Filho’nun üç yılda yazdığı senaryoda, Marcelo kendini devletin karanlık işlerinin ortasında buluyor. Variety bu filmi “yönetmenin ülkesinin geçmişiyle hesaplaşması” olarak nitelerken, süresi 160 dakika olan yapımın nefes kesici bir atmosfere sahip olduğu konuşuluyor​.

Dossier 137 (Case 137) – Dominik Moll: Geçen yıl “La Nuit du 12” ile Fransız polisiyesinde başarı yakalayan Moll, yine gerçekçi bir polisiye ile karşımızda. Bu kez merkezde Stéphanie adında bir İçişleri müfettişi (IGPN) var. Görünüşte rutin bir dosya olan No. 137, bir protesto gösterisinde LBD plastik mermisiyle ağır yaralanan bir gencin dosyasıdır​. Stéphanie, bu olayı soruştururken beklenmedik bir unsur devreye girer ve dosya onun için sıradan bir numaradan fazlasına dönüşür​. Thierry Frémaux, filmi “demokrasinin kurallarını ve denetim mekanizmalarını hatırlatan, sağlam bir polis teşkilatı incelemesi” olarak tanımlıyor​. Başrolde Léa Drucker’in yer aldığı “Dossier 137”, Fransız polisindeki hesap verebilirlik meselesini gerilimli bir dille irdeliyor. Cannes’da Fransız sinemasının temsili sayılan bu tür “sağlam ama belki iddiasız” filmler, jüriyi ne kadar heyecanlandırır bilinmez​; ancak ülke gündemiyle paralelliği dikkat çekici.

Un Simple AccidentJafar Panahi: İranlı usta Panahi, ülkesindeki yasaklara rağmen üretmeye devam ediyor. Geçen yıl ülkesinde hapis yatıp serbest bırakılan Panahi’nin son filmi de büyük merak konusu. Konusu gizli tutulan “Un Simple Accident” için açıklanan tek cümlelik ipucu şöyle: “Basit bir kazayla başlayan olaylar zinciri, giderek büyüyen sonuçlar doğurur.”​. Bu gizemli öykünün bireysel mi yoksa toplumsal mı olduğu belirsiz; ancak Panahi’nin önceki filmleri gibi (örn. “No Bears”) metaforik bir dille İran’daki baskıcı düzeni eleştirmesi muhtemel. Filmin Lüksemburg-Fransa-İran ortak yapımı olması da dikkat çekiyor​. Panahi’nin Cannes’daki varlığı, İran makamlarını rahatsız edebilir; zira festival, bu filmi gösterecek olmasını yönetmenin uluslararası prestiji sayesinde mümkün kıldı​.

The MastermindKelly Reichardt: Amerikan bağımsız sinemasının saygın ismi Reichardt (“First Cow”, “Wendy and Lucy”), bu kez alışılmadık şekilde suç türüne yöneliyor. 1970’ler usulü bir soygun-polisiye draması olarak tanımlanan “The Mastermind”, Josh O’Connor, John Magaro ve Alana Haim’li oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor​. Detayları pek bilinmese de, Reichardt’ın minimalist tarzının içinde bir retro suç hikâyesi işleyeceği ve karakter odaklı bir gerilim sunacağı belirtiliyor. Filmin adından hareketle, bir suç dahisinin planına ve bunun etrafındaki toplumsal dokuya odaklanması olası. Reichardt gibi incelikli bir yönetmenin tür sinemasına yaklaşımı, eleştirmenlerce merakla bekleniyor.

Eagles of the RepublicTarik Saleh: İsveç’te doğup Mısır üzerine filmler yapan Tarik Saleh, Kahire üçlemesinin son halkası olan bu filmiyle ikinci kez Altın Palmiye için yarışıyor​. “The Nile Hilton Incident” (2017) ve “Boy from Heaven”ın (Cannes 2022 En İyi Senaryo ödüllü) ardından gelen “Eagles of the Republic”, bizi 1970’lerin Mısır film endüstrisinin gösterişli ama devlet kontrolündeki dünyasına götürüyor​. Ülkenin en ünlü film yıldızı George Fahmy (Saleh’nin gedikli oyuncusu Fares Fares canlandırıyor), hükümet destekli bir propaganda filminde oynaması için baskı görüyor​. Devletin yörüngesine giren George, bir generalin karısıyla ilişkiye başlayınca hayatını tehlikeye atıyor​. Saleh’nin imzası haline gelen gerilimli siyasi anlatı, bu kez sanat ile iktidar çatışmasını merkezine alıyor. Filmin kadrosunda Fares Fares’e ek olarak Cezayir asıllı César ödüllü aktris Lyna Khoudri ve Mısırlı aktör Amr Waked gibi uluslararası isimler var​. “Eagles of the Republic”, Arap Baharı öncesi Mısır’ın çalkantılı arka planında, parıltılı bir sektörün karanlık yüzünü gözler önüne serecek.

Sound of FallingMascha Schilinski: Almanya’dan yarışmaya katılan bu film, dört kuşak kadının zamanlar ötesi bağlarını konu alan iddialı bir drama. Orijinal adı “In die Sonne schauen” (Güneşe Bakmak) olan film, Almanya’nın Altmark bölgesindeki bir çiftlikte yolu kesişen dört farklı dönemden kadının hayatını izliyor​. Her bir kadın, çocukluk veya gençlik döneminde aynı çiftlikte bulunuyor ve geçmişin izleri, onların bugününe beklenmedik şekillerde sızıyor​. 149 dakikalık bu epik film, aile mirası, kadın dayanıklılığı ve zamanın döngüselliği temalarını işliyor. Genç yönetmen Schilinski’nin “cesur ve sarsıcı vizyonu” uluslararası basında övgü topladı; Cannes seçkisine alınması “olağanüstü bir yeni yeteneğin doğuşu” şeklinde yorumlanıyor​.

RomeríaCarla Simón: 2022’de “Alcarràs” ile Altın Ayı kazanan Katalan yönetmen Simón, kişisel aile tarihine dayanan bir hikâyeyle Cannes’a geliyor. 18 yaşındaki Marina, küçük yaşta evlat edinilmiş, biyolojik ailesini hiç tanımamıştır. Filmde Marina, doğduğu yere – İspanya’nın Vigo kentine – giderek öz babasının ailesiyle ilk kez tanışmaya karar veriyor​. Yanına, ölen annesinin günlüğünü ve kuzenini alarak çıktığı bu yolculukta, hatırlamadığı anne-babasının parçalanmış hafızasını yeniden kurmaya çalışıyor​. Simón, gerçekte kendi anne ve babasını AIDS nedeniyle çocukken kaybetmişti​. “Romería” bu yönüyle, bir neslin travmasına ve toplumsal bir tabuya (80’lerin eroin ve HIV salgını) da ışık tutuyor​. Simón’un “aile üçlemesi”nin (İlk filmi “93 Yazı”, ikincisi “Alcarràs”) son bölümü olarak görülen yapım, anı, aile bağı ve toplumsal hafıza üzerine dokunaklı ve hafif tatlı-sert bir film olacak. Galasını Cannes’da yapacak “Romería”, Eylül ayında İspanya’da vizyona girecek​.

Sentimental ValueJoachim Trier: Norveçli auteur Trier, “Dünyanın En Kötü İnsanı” ile gönüllere taht kurduktan sonra yeni filmiyle tekrar yarışmada. Bir aile hikâyesi olan “Sentimental Value”, bir yandan anılar ve geçmiş hesaplaşmalar, bir yandan da sanatın uzlaştırıcı gücü üzerine yoğunlaşıyor​. Filmin uluslararası kadrosu dikkat çekici: Trier’in ilham perisi Renate Reinsve yine başrolde ve ona usta aktör Stellan Skarsgård ile ABD’li yıldız Elle Fanning eşlik ediyor​. İngilizce dilinde çekilen film, muhtemelen farklı kuşaklardan aile üyelerini bir araya getiren duygusal bir buluşma etrafında gelişiyor. Movie Insider film için “aile, hafıza ve sanatın uzlaştırıcı gücü üzerine içten ve dokunaklı bir keşif” ifadesini kullanıyor​. Trier’in önceki filmi gibi bu yapımın da hem eleştirmenlerden hem izleyiciden ilgi görmesi bekleniyor. Nitekim MUBI şimdiden filmin Türkiye de dahil olmak üzere birçok bölgedeki haklarını satın aldı​.

Die, My LoveLynne Ramsay: İskoç yönetmen Lynne Ramsay (“We Need to Talk About Kevin”, “You Were Never Really Here”) sekiz yıl aradan sonra Cannes’a dönerken, bu kez şiddetli bir aşk ve akıl sağlığı hikâyesine odaklanıyor. Ariana Harwicz’in aynı adlı romanından uyarlanan film, bir taşra kasabasında sıkışıp kalmış genç bir annenin içsel çöküşünü anlatıyor. Ramsay’nin kendine has minimalist, ağır atmosferli anlatımı, bu kez annelik, öfke ve arzu temalarını keskin bir içsel şiddetle işliyor. Başrolünde Jennifer Lawrence‘ın yer aldığı film, Cannes’da duygusal olarak sarsıcı ve estetik açıdan hipnotik bir deneyim vaat ediyor. Ramsay, karakter psikolojisini sessizlik ve imalarla inşa etme becerisiyle, festivalin en güçlü auteur işlerinden birine imza atabilir.

Mother and Child – Saeed Roustaee: İranlı yönetmen Saeed Roustaee (“Just 6.5”, “Leila’s Brothers”) toplumsal baskı ve aile yapısına dair yoğun dramlarıyla bilinirken, yeni filmi “Mother and Child”da kuşaklar arası çatışmalara daha kişisel bir bakış sunuyor. Bekar anne Mahnaz, hemşirelik işini sürdürürken çocuklarını büyütmekte zorlanmaktadır. Hamid ile düğününü planladığı günlerde oğlunun okuldan atılması, beklenmedik bir trajedi yaratır. Roustaee’nin sert gerçekçilikle bezediği sineması, burada daha içsel, duygusal bir anlatımla genişliyor; toplumsal tabuların ve bireysel direnişin iç içe geçtiği bir hikâye kuruyor. İran’da yaşanan sosyo-politik değişimlerin yankısını bireylerin gündelik hayatında hissettiren “Mother and Child”, Cannes yarışmasında hem politik hem duygusal açıdan dikkat çekecek yapımlardan biri olarak öne çıkıyor.

Yukarıdaki listedeki filmler, Cannes 2025 ana yarışmasının geniş yelpazesini gözler önüne seriyor. Wes Anderson’ın stilize komedisinden Dardenne’lerin sosyal dramına, Panahi’nin gizemli alegorisinden Reichardt’ın tür deneyine kadar farklı tonlar bir arada. Bu çeşitlilik, festivalin sinemanın değişik damarlarına nasıl kucak açtığını gösteriyor. Öte yandan, yarışmada Asya sinemasının nispeten zayıf temsil edilmesi (yalnızca Japonya’dan 2 film) ve Amerikalı yönetmenlerin alışılmadık yoğunluğu (Anderson, Aster, Reichardt, Linklater gibi) dikkat çekiyor. Her yıl olduğu gibi, büyük ödülün favorileri de yavaş yavaş şekilleniyor: Julia Ducournau, eğer yine Altın Palmiye alırsa tarihte bu ödülü iki kez kazanan ilk kadın yönetmen olacak – bunu daha önce sadece Dardenne Kardeşler ve Emir Kusturica gibi birkaç isim başarmıştı. Dardenne’ler ise üçüncü Palmiye için yarışıyor – ki bu da eşi görülmemiş bir başarı olur. Joachim Trier veya Kelly Reichardt gibi henüz Palmiye’si olmayan, ancak sanatsal saygınlığı yüksek isimler de güçlü adaylar arasında. Kısacası, Cannes’da rekabet çetin ve sinemaseverleri hem ustalıklı hem de sürprizlerle dolu bir seçki bekliyor.

Kaynak

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

Gelisiyorum.com | Görsel Eğitim Akademisi!