
Edebiyatta Zamanın Yansıması: Saatname Geleneği
Osmanlı’da saatnameler, sarayın duvarlarını süsleyen karmaşık mekanik saatlerden öte bir anlam taşırdı. Bunlar, zamanı “ölçen” değil, “anlatan” eserlerdi. Kâtipler, kâğıda dökülen her çizgide, günün bölümlerini namaz vakitleriyle, mevsimlerin geçişini halkın hikâyeleriyle, gecenin sessizliğini âşıkların feryadıyla harmanlardı. Saatname geleneği, insanı evrenin ritmine bağlayan bir köprüydü. Ahmed Eflâkî’nin dediği gibi: “Zaman, Hakk’ın nefesidir. Her an, bir âyet gibi okunmalı…”
Nami, el yazmasındaki bir minyatüre dokundu: Altın varaklarla işlenmiş bir kum saati, etrafında sema eden dervişler… Altta, nesih hatla yazılmış bir beyit vardı:
“Döner çark-ı felek, geçer dembedem…
Her katre kum, bir ömre bedel.”
Bu, zamanın hem döngüsel hem de acımasız yüzüydü.
Bir Şairin İç Hezeyanı
Nami, atölyesine döndüğünde, masasının üzerindeki kum saatini ters çevirdi. Kumlar akarken, Fuzuli’nin Leylâ ile Mecnun’undaki şu mısralar dudaklarından döküldü:
“Zaman oldu ağyar ile handan oldum,
Zaman oldu ağlayıp giryan oldum…”
Zaman, Fuzuli için bir cellat mıydı yoksa aşkı ölümsüzleştiren bir araç mı? Nami, bu ikilemi kendi şiirlerinde nasıl çözeceğini düşünüyordu. Defterine karaladı:
“Kumlar dökülürken camdan,
Ben ki, bir an’ın çocuğuyum…
Güneş batarken, ay doğarken,
Zaman, sevgilinin gözlerinde dondu.”
O sırada kapı çalındı. Gelen, yaşlı bir Mevlevi dervişiydi. Elinde, üzerinde celi sülüsle “Eflâkî” yazılı bir tomar vardı. “Şems-i Tebrizî’nin sırları burada,” dedi. “Zaman, ancak ‘an’da yakalanırsa ebedîleşir.” Tomarı açtığında, Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifîn’inden bir bölümle karşılaştı: Mevlânâ, bir gün Şems’e sorar: “Zaman nedir?” Şems cevaplar: “Senin nefes alışındır. Geçmiş bir duman, gelecek bir hayal… Geriye kalan, sadece bu nefestir.”
Nami, bu sözlerle sarsıldı. Belki de şiir, kaybolan anları yakalamanın bir yoluydu.