Sabancı – StoryBoxWeb
Adnan Dalgakıran’ın hikayesi İstanbul’da sıfırdan hayata tutunmayı başarıp küçük bir atölye sahibi olan babasının yanında başlıyor. Karaköy Perşembe Pazarı’nda 30 metrekarelik atölyeye 12-13 yaşlarından itibaren gitmeye başlıyor. Kabataş Lisesi’nde ve sonrasında İstanbul Üniversitesinde mühendislik okurken de çalışmaya devam ediyor. Aslında o dönemin normali de bu zaten. Çocuklardan, var olan işi devam ettirmeleri ve ailelerine destek olmaları bekleniyor.
Adnan Dalgakıran babasının küçük atölyesinde çalışırken aklı aslında biraz büyük yerlerde. Hayatı boyunca da hep gözünü yukarıya ve zora dikmiş bir işadamı olmuş. Çünkü onun için kolay ve zor kavramı biraz farklı. ‘Kolay olan zordur, zor ise kolaydır’ diyerek söze başlıyor ve şöyle devam ediyor:
“Neden kolayın önünde ağır kuyruk var? Çünkü onu yapmayı herkesin gözü kesiyor. Herkes o alana doğru saldırıyor. Dolayısıyla başarılı olsanız bile sizin alacağınız çok bir şey yok. Ama zor olanda kuyruk yok, önü arkası boş.”
Askere gidip geldikten sonra babası beraber çalışmaya devam etmek istiyor. Ama Dalgakıran’ın hayalleri biraz daha farklı, yurtdışına gitmek istiyor veya çalışacaksa idarenin kendisine verilmesini talep ediyor. Bu, babası için sert bir çıkış aslında. Çünkü sıfırdan kendini var eden bir adam, oğluyla beraber güvenli alan içerisinde yaşamak, kontrolü elinde tutmak ve olursa beraber büyümek istiyor. Yurtdışına gitmesinden korkan annesi de devreye girince, babası işyerinde direksiyonu biraz zor da olsa kendisine devrediyor.
O dönem atölyede küçük kompresörler üretiliyor ancak işin içinde pazarlama diye bir şey yok. Dalgakıran ilk olarak bu kısma ağırlık verip önemli bir adım atıyor. O dönemi şöyle anlatıyor:
“Orada bir sermaye ile bir anda 10 katı bir üretim yapabileceğimi gördüm. Tüm tedarikçilerimizi topladım ve onlara ‘Bugün bana yaptığınızın 10 katını yapmak ister misiniz?’ diye sordum. Ama şu anda bir para yok ne yapacağız? O zamanlar böyle peşin para falan çalışılıyor. Dedim ‘siz bana yapacaksınız, ben işleyeceğim, satacağım, 3 ay sonra paranızı vereceğim.’ Hepsi kabul ettiler. Benim de çocukluğum oralarda geçtiği için bana güveniyorlardı. Ama orada asıl güven babama. O zaman şunu söyleyeyim, güven en önemli sermayedir. Biz de o küçük alanın babama olan güvenini hızla sermayeye çevirdik.”
Adnan Dalgakıran’ın işleri büyürken düşünce dünyası da devamlı zenginleşiyor. Çünkü içerisinde devamlı bir meydan okuma ve hep yeni bir şeyler öğrenme isteği var. Geleneksel doğruların aslında çok da doğru olmadığına inanıyor ve başka bir bakış açısı getirilmesi gerektiğini düşünüyor.
Ona göre dünyada iki türlü insan var: Birincisi başkalarının yazdığı senaryoda oynayanlar, ikincisi kendi senaryosunu yazanlar. Dalgakıran ikinci gruptan. Ama tabi bu zor yolda giderken yanlışlıklar da yapılacak. Şöyle anlatıyor:
“Ben çok genç yaşta şuna karar verdim; başkalarının hatalarını ve yanlışlarını yapacağıma, kendiminkilerini yapacağım. O yanlışlar benim yaptığım yanlışlar olsun. Dolayısıyla ondan sonra rahatlıyorsunuz zaten. Çevresel faktörler, yani beni sevsinler, beni alkışlasınlar kavramlarıyla aranıza mesafeyi koyduktan sonra siz artık kendinizle ilgili bir şey yapıyorsunuz, kendinizi kendinize anlatmaya çalışıyorsunuz. Kendiniz bir anlam yakalamaya çalışıyorsunuz, sizi bu halinizle kabul edenlerle hayata devam ediyorsunuz.”
Hayatı hep hedef koymakla geçen Dalgakıran, hedefle keyif arasındaki ilişkiyi çok erken yaşta keşfediyor. Ona göre yolculuk keyifli değilse hedefin hiçbir anlamı yok. Kendisinde ‘jetonun nerede düştüğünü’ şu sözlerle anlatıyor:
“İşe başladım, tamam güzel. Dedim ki, ’40 yaşında kadar BMW araba alabilir miyim?’. Yaşım daha 26-27. Ama ben 28 yaşımda BMW almayı başardım. O zamanlar şimdiki gibi çok lüks arabalar pek yok. İnanılmaz mutluyum. Serencebey’de oturuyorduk, arabayı koyduğum yokuştan bakıyorum, ne kadar da güzel… 3-4 gün zevkle kullandım. 10’uncu günün sonunda, araba bende anlamını yitirmeye başladı. Hangi hedef olursa olsun, sen ona sahip olduktan sonra anlamını kaybeder. 10 yıllık hedef bile koysan, çok da çile çeksen yine yaşayacağın haz çok kısa. O zaman yolculuğu ya keyifli bir yolculuk yapacaksın ya da mecbur bir yolculuğun içerisindeysen, onu keyifli hale getireceksin. Bunları yapmazsan hayatın keyifsiz olur. Yani sadece hedefle mutlu olacağım inanılmaz yanlıştır, altını kocaman çiziyorum.
Aslında bu bir çalışma değil, ben iş hayatını bir hobi gibi görmeye çalıştım. İş arkadaşlarımla da aynı şekilde, aynı keyifle çalışmaya çalıştım. Bir patron olarak değil, onlara liderlik eden birisi. Sadece iş yapmıyoruz, akşam oturup müdürlerinle şarkı türkü söyleyip gülebiliyor musun, ya da hayata dair şeyleri konuşabiliyor musun? Sadece bir iş değil, birlikte bir yaşam sürme olaraktan baktım hadiseye.”
Dalgakıran’ın işlerinin hızlandığı en önemli yerlerden birisi ABD’nin Irak’a girmesiyle başlayan süreç oluyor. Türkiye’de şirketler panikle adam çıkarıp küçülürken, Adnan Dalgakıran tersini yapıyor:
“Ben şöyle düşündüm; Amerika’ın Irak’la 5 sene savaşacak hali yok. Bu çok kısa sürecek diye tahmin ettim. Herkes işçi çıkarırken, ben benim rakiplerimin çıkardığı en nitelikli adamları işe aldım ve full stoklara çalıştım. Amerika-Irak savaşı 3 ay içinde duruldu ve pazar birden patlayınca diğerlerinin de yerine girmeye başladım. Çünkü onlar ürün veremiyorlardı, adamları yoktu. Bir senede 4 katı büyüme yakaladık. Sonra da yeni teknolojili ve katma değerli ürünlere yoğunlaştık.”
Dalgakıran Kompresör olarak büyümenin arkasında önemli bir karar daha yatıyor. Bir Alman firmanın lisansını alarak mı büyümek yoksa kendi markası ile mi? Aslında burada daha kolay olan Alman firmanın kanatları altında büyümek ama Adnan Dalgakıran yine zoru seçip kendi markasını yaratmanın peşine düşüyor. Devamını şöyle anlatıyor:
“Bir rakibimiz, ki bizden çok daha büyüktü, büyük bir Alman firmasıyla lisans anlaşması yaptı ve direk olarak o markayla girdi. Ben lisans anlaşması yapmayı tercih etmedim. Üretim özgürlüğümü, üretimi istediğim zaman değiştirme veya kendime özgü bir şeyler yapma özgürlüğümü bir kalıbın içine sokmak istemedim. O zaman bana ‘Bir Alman markasına karşı seni tercih etmezler’ dediler. Dedim, ‘Mücadele edeceğiz, gidip anlatacağız, bunun yolu vardır.’ Nitekim ilk iki yıl bizim aleyhimize işledi. Bir yerde bir Alman markası, çok ciddi para kazandılar, hızlı bir şekilde büyüdüler. İlk iki yıl zorlandım, ama üçüncü yıldan itibaren ben bütün avantajlarımı kullanmaya başladım. Senin sahaya sürdüğün makineler çok başarılı halde çalışmaya başlayınca, fiyatı diğerinin yarısı kadar olunca ve sen servis hizmetlerini çok daha hızlı ve seri bir şekilde vermeye başlayınca, biz patladık gittik. Zaten ondan sonra öbür marka söndü.
Bir lisansa bağlı olmadığım için üretimde kullandığım her şeyde elim kolum serbest. En uygununu ve en iyisini dünyanın neresinde varsa alıp kullanıyorum. Bütün mesele gördüğünüz gibi yapmak değil. Yapma işi kolay. Esas iş strateji kısmı. Biz iç pazarda lider konuma gelince, arkadaşlar bana bir sunum yaptılar. Dediler ki, pazarda birinciyiz. Hadi bakalım pazar lideri olduk, vur patlasın yatalım aşağıya yok… Ben de onlara bir sunum hazırladım. Dalgakıran dünyada nerede, dünyada bir hiç… O zaman daha ihracatımız çok yeni yeni, nokta kadar bir şey. Şimdi hedefimiz Türkiye ise tamam, bitti dağılalım. Hedefimiz dünya ise biz nasıl değişeceğiz?”
Dalgakıran’a göre şirketlerde dört aşama var. Birinci aşama yönetebileceğiniz küçük bir kadro ile işi iyi bir şekilde yapıyor olmak. İkinci aşamada kadro genişliyor ve daha profesyonel insanlara ihtiyacınız var. Üçüncü aşama ise organizasyonel yeterlilik ve işbirliği gerektiriyor. Dördüncü safha ise globalde bir marka yaratma. Dalgakıran, bu dört safhayı dört girişimci tipi ile birleştiriyor:
“Birinci tip, herkesin yaptığını herkes gibi yapan girişimci. İkinci, herkesin yaptığını herkesten iyi yapan girişimci. Üçüncü girişimci türü herkesin yaptığını herkesten farklı yapan, dördüncü de kimsenin yapmadığını yapan. Burada da görüyorsunuz ki, Türkiye olarak üç ve dörtte hemen hemen yokuz. Yani bizim ekonomimizin dünya ekonomisi içinde vasat bir noktada. 3. ve 4. sınıf girişimci sadece ekonomide değil her alanda; sanatta, kültürde, sporda bu tip alanlarda yetişmesi gerekiyor, o da farklı bir ekosistem gerektiriyor. Ülkenin bu ekosistemi buna müsait değil. “
Dalgakıran, kendi firmasının hefeleri konusunda da büyük düşünüyor: “Biz, Türkiye makine sektöründe kamuya bağlı olmayan bir sermaye hareketi olarak 2030 yılı için 1 milyar doların üzerinde bir ciro hedefledik. Bütün kıtalarda ayak izleri olan, dünyadaki kendi konusunda güçlü ve sektöre yön veren çok az sayıda markadan biri haline gelmesini istiyoruz.”
Adnan Dalgakıran, yaptıklarıyla, kılığı kıyafetiyle ve söyledikleriyle iş dünyası için biraz farklı bir profil. Tek derdi insanların dışa değil içe, yani öze odaklanmaları. İş hayatında ve üretimde de öyle. Kravat mı takmış, gömlek mi giymiş, bunlarla uğraşmıyor. Temel meselelerin çözümüne odaklanmış. Hatta sanayi odasında kravatsız yaptığı ilk konuşma da o dönem baya olay yaratmış. Şöyle anlatıyor:
“Ben o sırada Amerikalılarla çalışıyorum ve milyar dolarlık adamlar şortla tişörtle benimle iş görüşmesi yapıyorlar. Ben 80’den fazla ülke görmüşüm, 130 ülkeye ihracat yapıyorum. Her türlü kültürü görüyorsunuz. Burada kendilerine bir kıyafet kıstası yaratmışlar, görevli ‘sizin kravatınız yok, takar mısınız?’ diyor. O zaman orada bir muhalefet başlatmaya karar verdim. Herkesin kahve içip birbiriyle ‘nasılsın, iyi misin’ falan dediği alanı, başka bir yere taşımam gerekiyordu. Bunu fırsat bildim. Kravatsız ceketsiz kürsüye çıktım, ortalık karıştı. Kimse orada size ‘niye bu ülkenin sanayisiyle ilgili ilginç fikirleriniz yok’ diye karşı koymuyor. ‘Niye ülkenin ekonomisinin yüzde 16’sı 17’si sanayiden geliyor, bunu niye yukarı çıkarmıyorsunuz’ demiyor. Kimse hiçbir noktayı hiçbir şekilde eleştirmiyor ama ‘neden kravatın yok, gömlek şöyleydi böyleydi’, bununla dehşet bir süreç başlıyor. O zamanki başkan “Provokasyon yapıyorsun” dedi. Beklediği cevap şuydu; ‘yok olur mu öyle şey…’ ‘E tabi ki yapıyorum’ dedim. Ondan sonra da muhalefet başladı ama niyeyse ben bir hayal kırıklığına uğradım.”
Dalgakıran’ın sıra dışılığının tüm iş dünyası farkında. Kendisi de ‘Beni normal bulmuyorlar genelde, biraz da deliliğe yakın.’ diye tarif ediyor: “Normal bir şey aslında, o havuzun dışına atmışsın kendini yıllardır, sen dışarıda bir şeyler görüyorsun. Ama sen de ona göre farklı gören insanlarla az da olsa berabersin, orası senin için keyifli bir alan, konuştuğun şeyler bambaşka, tartıştığın şeyler bambaşka… Bence ben son derece normalim. Öyle bir toplumun içine giriyorsun orada son derece normalsin, öyle bir toplumun içine giriyorsun orada anormalsin. Ona göre birbirimizi tanımlıyoruz. Ama hikaye şu; matematikte birleşim kümesi, bir de bunun kesişim kümesi var… Birileri bunun tamamını oluşturur, birleşim kümesi, birileri kesişim kümesi içindedir. Kesişim kümesi içinde olanlar birleşim kümesi içerisindekini bilmezler ama onlar da birleşim kümesinde olduğunu düşünürler. Belki ben de onlardan biriyim.”